İşittiğim sesle irkildim. Gözlerimi açıp başımı kaldırdığımda karşılaştığım manzara karmaşık duygular uyandırmıştı. Masanın kenarında dikilerek bana doğru gülümseyen yüz nabzımı hızlanmıştı. Aynı zamanda şaşırmış, sevinmiş ve rahatsız olmuştum. Anormal tavırlarım ve hislerim bana farklı hisler yaşatsa da ürkütücüydü. Zamanın akışı bile beni rahatsız eder olmuştu. Kendimi kontrol etmeliydim. Heyecanla boynuna sarılabilirdim ama yapmadım. Onun yerine onu beklemiyormuşum gibi görünerek –bunu çok iyi yapıyordum- gülümsedim. İçimden ‘Geldi!’ diye haykırarak kahkahalar atmak geliyordu. Çok şükür ki güçlü bir iradeye sahiptim. Derin bir nefesle sakinleştim ve tok bir sesle cevap verdim. “Ah, evet. Tesadüf işte… Otursana.” Tesadüften bahsettiğimde Mike’ın yüzünde oluşan ifade kızarmama sebep olmuştu. Benim çağırdığımı biliyordu, kahretsin! Şimdi hakkımda ne düşünecekti? Ona yamanmaya çalışan basit kızlardan biri olarak mı görecekti beni? Belki de nezaketen benimle ilgileniyormuş gibi yapacak, en kısa zamanda başından savacaktı. İyice gerilirken bedenime rahatlamasını söylüyordum ama beni dinlemiyordu. Davetimle karşıma oturmasından bir süre sonra konuşma ihtiyacı hissetmiştim. İçinden kıs kıs şapşallığıma gülüyor olmalıydı ama bunu düşünmemeliydim. Özgüvenim nerelere saklanmıştı? Herkese karşı şahlanarak bazen saygısızlık bile yapan özgüvenim neden Mike karşısında kuyruğunu kıstırıp kaçmıştı? Onun sıradan biri olduğunu düşünmeye zorladım kendimi. Yakışıklı yüzü, tatlı bakışları ve baş döndürücü gülümsemesi dışında tabii. Aman Tanrım! Neler söylüyordum ben? Düşüncelerimden utanarak bakışlarımı ondan başka her yere çevirdim. Yan masalardaki insanlara, müzisyenlere, garsonlara, tavana, tabaklara ve hatta vestiyerdeki görevliye, her şeye baktım. Ama Mike’a Medusa muamelesi yaparak gözlerimi her seferinde kaçırdım. Sanki bakarsam inanılmaz bir acı duyacakmışım gibi geliyordu. Oysa sessizlik daha dayanılmazdı. Birkaç dakikadır ağzımı açmamıştım. Belki ben konuşma cesareti bulana kadar o benim çatlak olduğumu düşünüp kaçacaktı. Hayır, gitmesini istemiyordum. Aptalca hareketlerime devam etsem de kalmalıydı. Telaşla bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama bu akşam olan her şey gibi sözlerim de aptalcaydı. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?” Ne aptallık! Göz göre göre açık vermiştim. Plana göre mesajın benden geldiğini bilmemesi gerekiyordu ama doyumsuz şapşallığım yüzünden bir çuval inciri berbat etmiştim. Şimdi gülerek bana oyunbaz, aptal, küçük bir kız olduğumu söyleyecekti. Biraz da egonun etkisiyle dalga geçecekti tabii. İçimden bir ses onun beni yerin dibine sokmaktan zevk almayacağını söylüyordu. Bunun Polyanna safsatalarımdan biri olmadığını umdum.