Sylvonna L. Roesia Constance Billard IV.Sınıf
Mesaj Sayısı : 5 Kayıt tarihi : 05/08/10
Şöhret Puan: 0
| Konu: Syl~ Cuma Ağus. 06, 2010 10:50 am | |
| ~Sylvonna Laurette Roesia ~Amanda Seyfried ~İnsanların dışarıdan hayatına imrendiği ama içeriyi görebilenler için o kadar da mükemmel olmayan biridir Sylvonna. Yine de bunu saklamaktaki başarısını yalan söylemekteki başarısına bağlayarak ne zaman zora düşse yalan söyler. Bunlar genelde beyaz yalanlar olmamasına karşılık genellikle hiçbir zaman açığa çıkmadığı için başını pek derde sokmamıştır. "Duygularını göstermek, zayıflıktır!" ilkesiyle büyümüştür, bu yüzden hiçbir zaman onu herkesin önünde ağlarken ya da sinir krizleri geçirirken göremezsiniz. Sade kıyafetlerini abartılı ayakkabılar ve abartılı makyajla süslemeyi sever. Takı takmaktan hoşlanmaz, abartılı takıların insanı basit gösterdiğine inanır. ~Annesi İngiltere'nin köklü ailelerinden birine mensuptur. Babası ise Fransa'nın en ünlü iş adamlarından biridir. Evlenmeleri bir nevi politika gereği de olsa zamanla birbirlerine aşık olmuşlardır. Sylvonna babasını 7. sınıftayken kaybettiğinde annesi alkolik olmuş ve uzun süre eve gelmemiştir. Annesinin durumunu zor bulurken bir gün başka bir adamla eve gelmesinden sonra her şeyin değiştiğini düşünmüş ve annesiyle manevi ilişkisini kesmiştir. ~Örnek Rp - Spoiler:
Aynanın karşısında, elbise kıvrımlarının arasından görünen çıplak tenini izledi. Omuzlarını ve sırtını açık bırakan beyaz saten bir elbise giymişti. Boynundan zarifçe sarkan kopmuş inci kolyesi bile onu salaş göstermeye yetmiyor, sanki özellikle o şekle sokulmuş bir aksesuar gibi duruyordu. Bu kolyeyi boynundaki çocukluğundan kalma bir izi kapatsın diye takmıştı, oysa şimdi o nefret ettiği iz boynunda apaçık bir şekilde duruyordu. Elini boynunun üzerinde gezdirdi, o kadar yıl geçmesine rağmen yarası hala acıyordu. Hayır; acıyan yarası değildi, acıyan onca yıl sonra bile hafızasından silip atamadığı o anılardı, bir türlü kurtulamadığı anılar... Oysa bu yüzden yıllarca tedavi görmemiş miydi? Yıllarca sanki bir mahkûmmuşçasına bir hücreye tıkılıp yaşamamış mıydı? Fark etmeden sinirlenmişti, sanki o kadar yıldan sonra içinde biriken bir şeyler birden bire ortaya çıkmıştı. O sinirle elini boynundan hışımla çekmesiyle çok sevdiği inci kolyesinin incilerinin dört bir yana dağılması bir oldu. Şokla yüzünü aynaya çevirdiğinde o gözlerle karşılaştı, karşısındakine nefretle bakan o korkunç karanlığı delen mavi gözler… Bunları tanıyordu ama kendinden değil; o kadından, çok önce kurtulduğunu düşündüğü o kadından, her şeyin başına gelmesine sebep olan o kadından, şimdi içinde olan o kadından, asla kurtulamayacağını anladığı o kadından… Elbisesinin üzerine düşen bir damla yaş onu; içine girdiği, ruhunu hapseden korkunç dalgınlıktan kurtardı. Aynaya bakmaktan korkuyordu çünkü her seferinde başka bir insanı görmek, başka bir insanı tanımak ona çok zor geliyordu. Neden aynaya baktığında sadece kendini göremiyordu ki? Bu seferki; nemli mavi gözlerinin altında yatan, “Sev beni!” diye haykıran birini saklamaya çalışıyordu lakin pek başarılı olduğu söylenemezdi. Şimdiki görüntüsü onu daha da çok korkutmuştu; o güçlüydü, tüm o başına gelenler sayesinde güçlü olmuştu bunlara lanet etmemesinin tek sebebi şimdiki O'nu yaratmış olmasıydı. Ağlayarak aynadan uzaklaştı, bunları kabul etmek istemiyordu. Eğer hala en başındaki gibiyse neden yaşamıştı ki bunları? Neden katlanmıştı ki? Yere düştü; belki yere saçılan incilerinden birinin üzerine basmıştı, belki de kendini bırakmıştı. Açıkçası o bile farkında değildi, hiçbir şeyin farkında değildi. Kahretsin, hayatının kontrolü onda değildi ki! Yaşadıklarının hangisi kendi kontrolünde gerçekleşmişti ki! Annesi bile bu incilerle onu kandırmaya çalışmamış mıydı? Daha çok küçükken beyni saçmalıklarla yıkanmış ve başka kişilerin görüşleri üstüne kazılmamış mıydı? Kulaklarını kapadı; kafasının içinde yaşayan her kimse onu susturmak için kapadı, huzura kavuşmak için kapadı, uzun zamandır arzu ettiği sessizliğe… Keskin bir ilaç kokusu, iğrenç bir şekilde temizlik kokuyordu. Gözlerini açmaya çalıştı, çok yorgundu çaba bile sarf edemeyecek kadar yorgun… Etrafındaki seslerden etrafında birçok kişi olduğunu anladı, yüzüne yansıyıp yansımadığını bilmiyordu ama istemsiz bir şekilde sırıttı. Kendisine ilgi gösterilmesini seviyordu, her zaman sevmişti, çok ilgiden bunaldığı anlarda bile sevmişti. Yavaşça gözlerini araladı, bembeyaz bir yerdeydi, sadece duvarlardan ziyade herkes bembeyaz giyinmişti, lekesiz bir beyaz. Hayır, lekesiz değildi, etrafındaki insanlarla birlikte kendisi de bir lekeydi. Bu fikir onun beynine yerleştiren onca saçmalıktan kabul ettiği tek fikirdi, bunu çürütecek tek bir kişiyle tanışmamıştı hoş tanışmak da istemiyordu ya. Bunca saçmalığın arasında kabul ettiği tek fikrinde çürütülmesini istemiyordu, neden istesin ki? Bunca yıldır bu fikirle varlığını sürdürmüştü, insanlara davranışını bu fikri belirlemişti. Neden şimdi her şeyin koca bir yalan olduğunu öğrenmek isteyeydi ki? Gıcırdayan sinir bozucu yataktan doğruldu. Pek dikkat çekmek istemiyordu ama bu lanet gıcırtı bir anda tüm gözlerin ona döndüğünü hissettirmişti. Lanet olsun insanların ona bir zavallıymışçasına bakmasından nefret ediyordu! Elini “Ben iyiyim!” anlamında salladıktan sonra yataktan bile daha çok gıcırdayan kapıyı arkasından çarptı. Karşısına çıkan “Revir” yazısını gördükten sonra yüzünü buruşturdu. Hastaneleri sevmiyordu, onun için hapishane oldukları günden beri… Uzun, mumla aydınlatılmış koridorlardan yürüyerek geçti. Mumun zayıf titrek ışığı, bordo duvarlara asılmış korkunç aile tablolarını aydınlatıyordu. Onlara bakmak istemiyordu, onlara ne kadar benzediğini düşünmek hiç istemiyordu. Kendisine özel olarak hazırlanmış odayı bulmak onun için hiç bu kadar zor olmamıştı, duvarlara bakmaya korkarken kendisi için hazırlanmış o odanın kapısını kolaylıkla nasıl bulabilirdi ki? Ahşap, üzerinde altından zarif işlemeler olan ve kocaman harflerle Miss Crystal yazılmış o kapıyı bulmak ne kadar zor olabilirdi? Kapısının önüne geldiğinde ne kadar da çok ayrıntıyı kaçırdığını anladı. Her zaman çok sevdiği ve hiçbir zaman dinlemekten vazgeçmeyeceği o şarkının sözlerinin isminin altında yazdığını yeni fark etmişti, özellikle de kapısının sağ üstünde yazılmış “Her gün benim olacak.” yazısını nasıl da unutmuştu? Çok küçükken zorla çektiği taburenin üzerine çıkıp el yazısıyla bunu yazdığı an o kadar mutlu olmuştu ki Tanrı bu mutluluğu ona çok görüp bu hatırasını lanetlemişti. Kapıyı daha fazla incelemeyi bırakıp içeri girdi. Onu içeri girip bayılmış halde bulan her kimse ışıkları kapatmayı unutmuştu ve bu kadar fazla ışık gözlerini alıyordu. Gözlerini sonuna kadar açtı ve sade pırlanta işlemeli duvar aynasının karşısına geçti. İlk gözüne çarpması gereken berbat durumdaki saçları iken bir anda kahkahayı kopardı. “Tanrım! Botox manyağı olan yaşlı kadınlara dönmüşüm!” dedi bir yandan da gülmeye devam ederken. Gülmesini zoraki bastırdığında tekrar aynaya bakmaya gerek bile duymaksızın berbat durumdaki topuzunu çözmeye başladı. Ayakkabı dolabının yanına “Madem bu topuzu çözmek uzun sürecek öyleyse ben de boş durmayayım.” düşüncesiyle gitti. Belki de kıyafetlerinden çok ayakkabısı vardı. Ayakkabı dolabının kocaman kapısını açtığında içeriye bir serinlik ile deri kokusu doldu. Deri kokusunu sevmezdi. Bir türlü şekil veremediği saçlarını bırakıp aynanın yanındaki, aynaya hiç bir şekilde uyum göstermeyen ahşap bakımsız pencereye doğru yürüdü. Pencereyi açmasıyla içeriye dolan soğuk hava ve rüzgâr, elbisesini üstüne yapıştırıyordu. Burnuna gelen ıslak küf kokusu muhtemelen yalnızlığa terk edilmiş iki kişilik banklardan geliyordu, trafiği aydınlatsın diye konulan gece ışıkları boş bir trafiğe yol göstermekten yorulmuşçasına ışıklarını kaybetmiş, ara sıra tekliyorlardı. Kollarına sarınarak cama iyice yaklaştı, ani gelen rüzgâr saçlarını sanki bir düşmana saldırırcasına geriye itmişti. Üşümekten pembeleşmiş yanakları, kırmızı rujuyla olağanüstü bir bütünlük oluşturuyordu. “Muhtemelen artık deri kokusu gitmiştir.” düşüncesiyle camı kapatmak için hareketlendi. Rüzgâr sanki bu oda son dayanağıymış gibi camın kapanmaması için ölesiye bir savaş vermişti. Nihayetinde başarısız olmuştu, sarı işlemeli mavi ipek perdenin şeklini bozmak haricinde hiçbir şey yapamamıştı. Tekrar ayakkabı dolabının karşısına geçtiğinde sanki tüm ayakkabıları sahip oldukları anılar ile karşısında dimdik bir şekilde duruyor ve “Beni seç!” diye haykırıyorlardı. Hiçbir karara varamamıştı lakin en azından o tiksindirici deri kokusu gitmişti. Belki de bir gün tüm deri ayakkabılarını atmalıydı, sahi onları neden tutuyordu ki? Hem kokularına sinir olur hem de hiç giymezdi. Sadece her zaman orada olduklarını bilmek ona güven verirdi. Saçlarını tamamen çözdüğünde Beyaz, her Chanel gibi sade, ayakkabısıyla birlikte aynanın karşısına geçti. Bukle bukle, çözülmüş saçlarının sırt dekoltesini kapatmaması için sağ omzunun üzerine aldı. Ayakkabılarını hızlıca ayağına geçirip kendisine son bir kez baktı. Hiçbir takının süslemediği upuzun ve narin boynu mükemmel bir büstteki gibiydi. Minik ağzı ve kocaman gözleriyle her zamanki gibi ne çok masum ne de çok çekici görünüyordu. Saçlarına hızlıca ilk bulduğu spreyi sıkarak odadan çıktı, ne kadar kabul etmese de “Belki bu baloda ideallerimi çürüten biriyle karşılaşırım.” umuduyla…
| |
|
Andreas Chamberlain Fotoğrafçı&Manken
Mesaj Sayısı : 235 Kayıt tarihi : 18/07/10
Şöhret Puan: 630
| Konu: Geri: Syl~ C.tesi Ağus. 07, 2010 10:41 am | |
| Sylvonna Laurette Roesia,Amanda Seyfried adlı modeli kullanıyor ve Constance Billard dördüncü sınıf öğrencisi.
Kaydınız işleniyor. | |
|